Zat-ı şahaneye ılık hoşaf mı verilür?
İkinci Mahmud Han döneminde iki defa Şeyhülislamlık makamına gelen Dürrizade Seyyid Abdullah Efendi, mübarek bir şahsiyet olmasına mütekabil İstanbul’un namlı zenginlerindendi. Üsküdar Doğancılar’da inşa ettirdiği, “Paşa Kapısı” diye anılan saray yavrusu muhteşem bir konakta yaşamaktaydı.
Padişah İkinci Mahmud, yaz mevsimine tekabül eden ramazan akşamı, bu konağa habersiz bir itfar teşrifinde bulundu. Yanında divan-ı humayundan fi’l cümle azâlar mevcuttu. Dürrizâde bu hürmet ziyaretinden memnun oldu. Tabii olarak konakta bir panik havası esiyordu. Hatta etekleri tutuşarak efendi hazretleri Dürrizade’ye koşan Kethüda, ellerini iki yana açarak “Şeyhim ne idelüm şimdü?” Dürrizade efendi sakin bir şekilde Kethüda’ya “Hareme ayrılan tablalar misafire virülsun, kendi yemeğim padişaha arzedile”
Neticede bütün olumsuz şartlara rağmen, mükellef bir sofra kurulur. İkinci Mahmud Kethüda’yı çağırıp tebrik eder, yemeklerin gerçekten nefis olduğunu söyler, misafirlik yerini bulsun diye, “Kethüda şu billur kase içindeki hoşaf ılıktır!” Tabii, padişahın en yakın azası homurdanır. “Zat-ı şahaneye ılık hoşaf mı verilür?”
Kethüda ellerini göbeğine kavuşturup, başını garibane eğüp cevabı yapıştırır,
-Karıştırınca kendiliğinden soğur sultanım!
Padişah işte o zaman hizmetin farkına varır. Bir kusur bulayım diye uğraştığı, mükellef sofradaki billur hoşaf kabı, içi oyularak özel olarak hazırlanmış, içine bir miktar hoşaf konmuş, kase süsü verilmiş buz kitlesidir.
Sıkıntıdan kurtulmak…
(Yâ Allah-ür-rakîb-ül-hafîz-ür-rahîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-halîm-ül’azîm-ür-raûf-ül-kerîm...