Yeryüzünün merkezi olan mübarek Mekke’de, küfür sel gibi akıyor, Beytullah’ın içine, lat, uzza, menat gibi yüzlerce put doldurulmuştu. Zulüm son haddine varıyor, ahlaksızlık, iftihar vesilesi olarak kabul ediliyordu. Arabistan dini, ruhi, sosyal ve siyasi bakımlardan, koyu bir karanlık, tam bir cahiliyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde idi.

Cahiliye devri denilen bu zamanda, insanlar genellikle göçebe hayatı yaşıyorlardı ve kabilelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme halinde olan Arab kabileleri, baskın ve yağmacılığı, kendileri için bir geçim vasıtası sayıyorlardı. Zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabilelerden meydana gelen Arabistan’da, siyasi bir nizam, sosyal bir düzen de mevcut değildi.

Ayrıca içki, kumar, zina, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlaksızlık namına ne varsa alabildiğine yayılmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyleri ürpertici bir vasıta olarak başvuruluyor; kadın, elde basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felaket ve yüz karası sayıyorlardı.

Bu korkuç telakki o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım” diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryat etmelerine hiç kulak asmadan, üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terkediyorlardı.

Bu hareketlerinden dolayı vicdanları hiç sızlamıyor, hatta bunu bir kahramanlık sayıyorlardı. Netice itibariyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adalet gibi güzel hasletler yok olmuş; insanlar adeta canavarlaşmıştı.

Fakat bu devirde, Arablar arasında, dikkate değer bir husus vardı. O da edebiyatın, belagatın ve fesahatın kıymet kazanıp zirveye çıkmasıydı. Şaire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük bir iftihar vesilesi sayarlardı. Güçlü bir şair, hem kendisi, hem de kabilesi için itibar sağlardı.

Muayyen zamanlarda panayırlar kurulur, şiir ve hitabet yarışmaları yapılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya hitabeleri Kabe duvarına asılırdı. Cahiliye devrindeki Kabe duvarına asılan en meşhur yedi şiire, Muallakat-us-Seb’a, yani yedi askı denilirdi.

O zaman Arabistan’da insanlar, inanç bakımından da, bölük bölüktü. Bir kısmı tamamen inançsızve dünya hayatından başka bir şey kabul etmiyor. Bir kısmı ise Allahü teâlâya ve ahiret gününe inanıyor; fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu.

Bir kısmı da Allahü teâlâya inanıyor, ahirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da, Allahü teâlâya şirk koşup putlara tapıyordu. Müşriklerin herbirinin evinde bir put bulunuyordu. Bütün bunlardan başka, hazret-i İbrahim’in bildirdiği din üzere olan ve Hanifler denilen kimseler de vardı.

Bunlar Allahü teâlâya inanır ve putlardan uzak dururlardı. Peygamber efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib, annesi ve bazı kimseler, bu din üzere idiler. Haniflerden başka bütün gruplar batıl yolda olup, büyük bir zulmet ve karanlığa gömülmüşlerdi.

Âlem mahzun, varlıklar mahzun, gönüller mahzundu. Yüzler gülmeyi unutmuştu. Allahü teâlânın, diğer mahluklardan üstün olarak yarattığı insanların, Cehennem’den kurtulmalarına sebep olacak bir kahraman lazımdı.

Çünkü her Peygamberin gelişi böyle olmuştu. Her biri güneş gibi doğup karanlıkları aydınlığa, nura çevirmişlerdi. Şimdi de cahillik, vahşet zirvedeydi. İnsanlar insanlıktan çıkmışlardı. Bu karanlıktan kurtaracak, insanlara insanlıklarını hatırlatacak Resul gelmek üzereydi... Bütün alametleri teker teker ortaya çıkıyordu artık...