Yedi kat yer, yedi kat gök, kısaca bütün âlem büyük bir hürmet ve sevinç içinde; Seyyid-il-Mürselin, Hatem-ül-enbiya, Habib-i Huda olan efendisini beklemekte artık...

Bütün mahlukat; “Hoş geldin ya Resulallah!” demek için hazır... Hicretten 53 sene evvel Fil vak’asından iki ay kadar sonra, Rebi’ul-evvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safa Tepesi yakınındaki saadethanede hasretle beklenen, Allahü teâlânın nuru “Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem” doğdu, O’nun teşrifiyle âlem, yeniden hayat buldu. Karanlıklar, birden “Nur” ile aydınlandı.

Şereflerin en yücesine mazhar olan annelerin en bahtiyarı hazret-i Amine, hamileliğini şöyle anlatır:

O Servere hamile olduğum günlerde, hiç acı ve elem görmedim. Hamile olduğumu hissetmezdim. Ancak altı aydan sonra bir gün, uyku ile uyanıklık arasında bir kimse bana;

- Senin hamile olduğun kimdir, bilir misin? dedi.
- Bilmiyorum, cevabını verince;
- Bilmiş ol ki, Peygamberlerin sonuncusuna hamilesin! haberini verdi.
Doğum zamanı yaklaşınca, o kimse tekrar geldi, dedi ki: “Ey Amine! Çocuk doğunca, ismini

‘Muhammed’ koy!”
Hazret-i Amine validemiz, doğum anını da şöyle anlatır:
“Doğum anı geldiğinde, heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm,

gelip kanadı ile beni sıvazladı. Korku ve ürpertiden eser kalmadı. O anda susamış, sanki hararetten yanıyordum. Yanımda süt gibi beyaz, bir kase şerbet gördüm. O şerbeti, içmem için bana verdiler. İçtim, baldan tatlı ve soğuk idi. Artık susuzluğum kalmamıştı.

Sonra büyük bir nur gördüm, evim o kadar nurlandı ki, O nurdan başka bir şey görmüyordum. O sırada etrafımı sarıp, bana hizmet eden pek çok hanım gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Bunlar, Abdü Menaf kabilesinin kızlarına benzerlerdi. Bunların birden bire ortaya çıkmalarından hayret içinde idim.

Onlardan biri dedi ki: “Ben Fir’avn’ın hanımı Asiye’yim!” Diğeri de; “Ben de Meryem binti İmran’ım. Bunlar da Cennet hurileridir” dedi.

Yine o esnada beyaz, uzun ve gökten yere kadar uzanmış ipek bir kumaş gördüm. “Onu insanların gözünden örtün” dediler. O anda bir bölük kuş peyda oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yakuttandı. Korkudan terlemiştim, düşen ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu.

O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Bütün yeryüzünü doğudan batıya kadar gördüm. Etrafımı melekler kuşatmıştı. Muhammed (aleyhisselam) doğar doğmaz, mübarek başını secdeye koydu, şehadet parmağını kaldırdı. Sonra gökden, O’nu bürüyen, beyaz bir bulut parçası indi.

Bir ses işittim; “O’nu mağripten maşrıka kadar her yerde gezdirin. Gezdirin ki, cümle âlem O’nu ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler. O’nun isminin Mahi olduğunu yani Allahü teâlâ, O’nunla şirki yok ettiğini bilsinler” diyordu.

O bulut da gözden kayboldu ve Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem) bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada, yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi geldi. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı.

İbrikten sanki misk damlıyordu. Mübarek oğlumu leğenin içine koydular. Mübarek başını veayağını yıkayıp, ipeğe sardılar. Sonra mübarek başına güzel koku sürdüler, mübarek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”